Aşkın Anormali: The Normal Heart

AŞKIN NORMALİ, anormali olur mu? Hani kalbin kimi seçeceğini bilemezdik, o zaman bir erkeğin başka bir erkeği seçmesini yahut bir kadının başka bir kadına aşık olmasını engellemeye çalışmak ne diye? İşte tüm bu sorular bir yerlerde çalkalana dursun, Amerika’nın adından sıkça söz ettiren, toplumun uç diye nitelendirdiği birçok konusuna iğne batıran kablolu kanalı HBO; 1985’te …

AŞKIN NORMALİ, anormali olur mu? Hani kalbin kimi seçeceğini bilemezdik, o zaman bir erkeğin başka bir erkeği seçmesini yahut bir kadının başka bir kadına aşık olmasını engellemeye çalışmak ne diye? İşte tüm bu sorular bir yerlerde çalkalana dursun, Amerika’nın adından sıkça söz ettiren, toplumun uç
diye nitelendirdiği birçok konusuna iğne batıran kablolu kanalı HBO; 1985’te Broadway’de kapalı gişe oynayıp, anlattığı hikâye ile insanları şoka sokan Tony ödüllü “The Normal Heart (Normal Kalp)” ‘ı beyazperdeye taşıdı.

1960’larda başlayan cinsel devrim sonrası, 70’ler boyunca desteklenerek yaşamlarını daha rahat bir şekilde devam ettirmeye başlayan eşcinseller, 80’lerde neredeyse özgürlüklerinin en üst noktasını yaşamaya başlamışlardı. Film, 1981 yazında, tüm bu dolu dizgin yaşayışın ortasındaki bir grup New York’lu eşcinselin, arkadaşlarının doğumgününü kutlamak için Long Island’a yaptıkları yolculuk ile başlıyor. Cinselliğin denenmemiş kapılarını zorlarken bu dünyanın insanları; ihtirasın nirvanasında konumlanarak,
hazla karışık, onlara karşı olan dünyaya varlıklarını ispatlıyorlar adeta. Lakin işte tam da bu noktada mutluluklarına hayat tarafından kara bir boya parçası sürülüyor, farkında olmadan tüm tabloya yavaş yavaş kendi elleriyle bulaştıracakları.

Aktivist/Yazar Larry Kramer hikâyeyi, otobiyografisine paralel olarak devam ettirdiğinden başrol karakteri Ned Weeks aslında kendisinden başkası değil.Mark Ruffalo tarafından canlandırılan Ned karakteri, eşcinsel yaşantısını açıkça yaşayan, bastırmalara ve gizli kalmayı tercih edenlere karşı sert çıkışları olan ve toplumun eşcinsel insanlara ön yargısının oluşmasında neden olarak eşcinsellerin promisköz davranışlarının büyük bir yer kapladığını savunan bir yazar olarak karşımıza çıkıyor. Mark Ruffalo, inanın bana kimi sahnelerde öfke patlamalarını öyle bir gerçekleştiriyor ki insan bir an Yeşil Dev Hulk’a dönüşecek mi diye de tereddütte kalıyor.

Film, 3 yıllık bir süre zarfında huzur ve mutluluğun mavisinin, acı ve bilinmeyene yenik düşmenin kızılında nasıl giderek flulaştığına bizleri tanık ediyor. Düşünün ki bir dakika önce birbirinize gözlerinizin içi öpüşerek baktığınız sevgiliniz, bir dakika sonra öksürüklere boğularak yere yığılıyor. Yardıma gelen kimse yok, kucağınızda sokaklarca taşıyorsunuz, acil servis reddediyor. Öyle ki hastalığın nedeni, nasıl yayıldığı hakkında kimsenin bir fikri yok. Bu korku tüm bedenleri kaplıyor bir de öncesinde var olan o homofobik tavırla birleşince, adeta birer birer ölüme terk ediliyorlar tüm o geleceğin dansçıları, yazarları, oyuncuları, modelleri, şarkıcıları, mühendisleri, politikacıları ve daha niceleri, gökyüzü kararmaya devam ediyor, her bir yıldız ölümle kucaklaştıkça. Farklılığın ne demek olduğunu bilen tek bir doktor çıkıp araştırmalarını paylaşıyor öyle ki her iki cepheyi karşısına alarak; hem uzun zamandır özgürlüklerini yaşamaya başlamış eşcinselleri hem de ölenleri umursamayan ve onlar için herhangi bir yardımda bulunmayan devlet içersindeki anti-gay lobiyi. Julia Roberts uzun zamandır sergilemediği o muhteşem oyunculuğunu en sade biçimde Dr. Emma Brookner karakterigözler önüne seriyor. Tekerlekli sandalyeye mahkûm olan doktor ile öyle büyük oynuyor ki işte o zaman anlıyorsunuz toplum tarafından farklı olanı bir başka farklı olanın nasıl gerçekten de özümsediğini, acılarını paylaşabildiğini. Nihayetinde bizleri birleştiren acılar değil midir zaten?

Ve yaşamların içine çekildiği bu girdapta hayata tutunmamızı sağlayacak en büyük parametrelerden biri olan aşk da filmin ekseninde yerini alıyor ilerleyen dakikalarda. Aktivist, Yahudi yazarımız Ned’in, başlarda Gay Kanseri diye adlandırılan AIDS ‘in önüne geçmek için inisiyatif başlatmak adına uğradığı New York Times’ın moda yazarı Felix Turner’a kalbinin anahtarını vermesini izliyoruz, ölümle yaşam arasındaki ince çizgide film ilerlerken. Matt Bomer tarafından canlandırılan Turner karakteri hakkında birkaç kelam etmek isterdim lakin o zaman filmin tüm büyüsü kaçardı, her ne kadar internette tüm film baştan sona yazılmış olsa da. Yine de şunu belirtmeden geçmeyeyim o zaman, Sean Penn’in Milk filmindeki Franco kısmetinden sonra Hollywood tarihindeki ikinci en şanslı kişi Mark Ruffalo olmalı. Tüm filmdeki karakterlerin aslında kimler olduğu açıkça yer alsa da kaynaklarda, Turner karakteri gizli tutulmuş, lakin etrafta dönen spekülasyonlar baz alındığında gerçek hayatta John Duka olduğu yazılıp çiziliyor.

’84 senesine gelindiğinde kaybedilen dostlar, aşklar, aile fertleri giderek daha da artıyor, sayılar büyümeye devam ediyor. Politik olarak devletin bilhassa bu hastalığı laboratuvar ortamında yaratıp, eşcinselliği ortadan kaldırmak için yaydığı ve hastalar için herhangi bir yardımda bulunmaması hali belki de filmin en gerçekçi komplo teorisi! Ölümün saatini kabullenmişken bir de bilinmeyen bir sürenin de ömür defterinden silindiği gerçeği akarken arka planda, Ned’in her zaman yanında destek olan ağabeyi ile olan ilişkisini, bir yandan hastalığı önlemek ve insanları bilinçlendirmek için kurduğu Gay’s Men Health Crisis (Gay Erkekler Sağlık Kriz Masası) oluşumunu ve oradaki diğer arkadaşlarıyla olan ilişkisini ve yer yer hayata olan öfkesini onlara projekte edişini, bir ötede sevgilisiyle olan durumunu ve sadece erkek eşcinsellerde görülen bu hastalığı önleme çalışmalarını soluksuzca izliyoruz.

YÖNETMEN koltuğunda son dönemlerin en iyi işlerinden American Horror Story ve Glee’den bildiğimiz Ryan Murphy oturuyor. 2010 yılında telif haklarını Kramer’den aldıklarını ve bazı kısımları beraber revize edip, senaryoyu yazdıklarını belirten Murphy “Bu bir insanlık hikâyesi. Bir salgın hastalığı, aşkın perspektifinden izliyoruz.” diye belirtiyor konuşmalarında. Bu arada Amerika Başkanı Obama da film biter bitmez, Murphy’i arayarak tebrik edenler arasındaymış. 3 kez teklif götürülen Julia Roberts ise başlarda tekerlekli sandalyede olan doktoru oynayamayacağını belirtse de en sonunda karar verip projede yer almış. Filmin prömiyerinde verdiği röportajda “Filmi hem siz gençler hem de kendi jenerasyonumuz için yaptık. Kendi neslimiz için yaptık çünkü yaşananları unutmamalıyız asla, sizler için yaptık çünkü bu hastalık konusunda sizleri eğitmek istedik.” cümlelerini kuruyor. Eşcinsel evliliklerine verdikleri desteği tüm dünyanın bildiği Brangelina çifti ise “The Normal Heart” ‘a destek vererek Brad Pitt adını yapımcı olarak filmin künyesine yazdırmış. Filmin, DVD ve Blu-ray versiyonları 26 Ağustos’ta satışa sunulacak.
30 sene boyunca aktivist olarak hayatına devam yazar Larry Kramer “The Normal Heart” ‘ın devamı niteliğinde 1992 yılında “The Destiny Of Me” (Benim Kaderim) ile Ned Weeks’in hayatını kaldığı yerden konu eden yeni bir oyun daha yazmıştı. Bu oyununda bahsettiği aşkı ile 2013 senesinde evlenerek, eşcinsel hakları mücadelesinin belki de meyvelerini toplamışta sayılabilir.

Ve sonunda diyeceğim o ki sevgili okuyucu, bu dergiyi alıp ilk sayımızda, bizlerin yanında olduğun için
sana çok teşekkür ederim ve seninle daha kalabalık olduğumuzdan sağlığına dikkat etmen en önemli temennimiz. Unutma, sen yoksan bir eksiğiz.

Yorumlar

Yorumlar

  1. Avatar

    Batuhanyorumu:

    Cevapla
    Haziran 8, 2015

    Çok iyiydi film ya 🙂

Bir Yanıt Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir