1920'lerin Montana'sında karanlık bir ahırda, Peter adında tüyler ürpertici derecede güzel bir genç erkek yavaşça sigarasını içine çeker. Daha sonra sigarayı yaşlı bir erkeğin (Phil adında zalim, kokuşmuş bir kovboyun) ağzına nazikçe yerleştiriyor ama bırakmıyor. Phil, Peter'ın gözlerinin içine bakarak uzun ve sert bir şekilde sigara dumanını içine çekiyor. Biz bile sadece bunları yazarken heyecanlanıyoruz. …
İzleyin: Power of the Dog Filmi Tam Anlamıyla Homoerotik Bir Korkulu Rüya
1920’lerin Montana’sında karanlık bir ahırda, Peter adında tüyler ürpertici derecede güzel bir genç erkek yavaşça sigarasını içine çeker. Daha sonra sigarayı yaşlı bir erkeğin (Phil adında zalim, kokuşmuş bir kovboyun) ağzına nazikçe yerleştiriyor ama bırakmıyor. Phil, Peter’ın gözlerinin içine bakarak uzun ve sert bir şekilde sigara dumanını içine çekiyor.
Biz bile sadece bunları yazarken heyecanlanıyoruz. Eşcinsel seks sahneleri genelde ana akım filmlerde kısırlaştırılır (Call Me By Your Name’in kamerasının, seks sahnesi sırasında pencereden dışarı dolambaçlı bir şekilde dolaştığını hatırlıyor musunuz?)
Yine de, Kodi Smit-McPhee ve Benedict Cumberbatch arasındaki söz konusu sahne, çoğu zaman dayanılmaz bir şekilde olmasa da yoğun şekilde homoerotik.
Tam olarak seksi bir auradan bahsetmiyoruz: Cumberbatch’in hayvanları döven karakteri Phil öyle bir öfke dolu ki, onu arzulamak imkansız. Ama oyuncular arasındaki karmaşık ve çatırdayan ekran kimyası yadsınamaz.
Temel olarak, bu film çok fazla şey içeriyor. Belki de bunun nedeni sürücü koltuğunda bir kadın yönetmen olduğundandır. The Piano’nun yönetmeni Jane Campion, yine Yeni Zelanda’nın nefes kesici güzelliğini fantastik bir etkiyle yakalıyor. Eşcinsel enerji asla nedensiz veya değersiz değildir, bize bunu hatırlatıyor.
Öyle ki, filmin tamamı mükemmele yakın derecede ölçülü ve dengeli. Film hiç kuşkusuz gelecek yıl ödül törenlerini süpürecek. Cumberbatch, güvensizliklere kapılmış bir erkek-çocuk olarak cüretkar bir tipleme ile karşımıza çıkıyor: toksik erkeklik. Patlayıcı, korkutucu ve beklenmedik bir karaktere sahip olması, ekrandaki yumuşak huylu kardeşi George olarak, Jesse Plemons tarafından oluşturulan kontrastla başka bir boyuta taşınıyor.
Hikayede George’un Rose adında yaslı bir hancı ile evli olduğunu görüyoruz. Şaşırtıcı 2011 draması Melancholia’da olduğu gibi aynı umutsuz enerjiyi kanalize eden, çıngıraklı oyuncak bebek gibi olan Kirsten Dunst’ı çok dikkatli izleyin. Phil’in yetişkinliğe kadar erkek kardeşiyle işlevsiz bir şekilde aynı odayı paylaştığı görülen, gıcırdayan M.C. Escher benzeri aile malikanesine taşınır, taşındıktan sonra kıskançlık ve gaddarlıkla dolup taşar. Rose’un oğlu Peter kalmaya geldiğinde, Phil için gerçekten de sonun başlangıcıdır.
Sözlükte gaslighting’e bakın, bu filme bir referans olması gereken bir kelime. Phil, etrafındakilere karşı soğuk savaş ilan eder; özellikle de Rose’a. Onu korkutmak için görünüşte masum yöntemleri herhangi bir korku filminden çok daha kötü. İkisinin büyüleyici bir dinamiği var.
Kirsten, soluk Rose kadar yıkıcı bir performans sergiliyor. Bu gerçekten eskilerin sayısız sevilen gençlik komedilerindeki aynı enerjik kız mı? Çok çalışan anneden sevilen yeni evli kadına, çaresiz kurbandan, çaresiz alkoliğe kadar birçok sahnesini zahmetsiz bir ustalıkla yönetiyor.
Film hakkında sevecek çok şey var. Onu mükemmel bir şekilde çevreleyen dağlar tarafından küçücük hale getirilen devasa tozlu çiftliğin kuytu köşelerini keşfetmeniz için yalvarıyor. Filmde bolca muhteşem ayrıntı var. Sizi düşündürecek belirsiz bir son mesela.
En az iki kez izlemeniz gerekecek.
Bu izleyici ve LGBTİ+ sineması aşıkları için, kuir hayatı, zaferlerinde ya da trajedilerinde karikatür gibi göstermeyen bir şeyi izlemek de rahatlatıcı. Ayrıca bugünün sorunları hakkında yorum yapmaya çalışmayan bir şey bulmak da oldukça ferahlatıcı.
Cumberbatch’in performansı o kadar başarılı ki, heteroseksüel aktörlerin gay rolleri oynaması tartışması kuşkusuz ödül sezonunda tekrardan alevlenecek ve bu durum şimdiden eleştirmenleri çelişkili bir durumda bırakıyor. Filme ait olan bu yakıcı umutsuzluğun performansının birebir aynısını kimse yapamazdı. Ama heteroseksüel bir aktörün “hetero gibi davranan” gay karakterleri oynaması daha az rahatsız edici midir? Ve eğer öyleyse, neden?